Tutmak / Tutunmak, Bırakmak Üzerine: “Dünyanın Düşükleri ya da Başka Toprakların Tohumları”

“Kök sal, dedi doğa..kök sal ve tutun bana..aslında nasıl olacağını gösterdim sana, dedi.. neden yapamadığına inandırmak istiyorsun beni ve kendini?.. kök sal, dedi doğa…sen bana aitsin…sen bana ben sana, birbirimize aitiz dedi..nilüferin bile kökleri var, ne kadar salınsa da suyun üstünde özgürce; yine de benden beslenir dedi.”

Anne. O gizemli toprakların adı. Bir zigot olarak, önce rahminde sonra da bir insan yavrusu olarak, kucağında ve eteğinde büyüyüp geliştiğimiz doğanın, bize ait parseli. Her tohum, bir doğum. Doğanın devamı için bir bahane. Tohum nasıl içindeki nüveleri büyütmekten sorumlu ise her doğumla insanoğlu da aynı mirasa sahip: yaşamak. Ama nasıl?

Aklıma ilk gelen yanıt inanç. Hem ekenin hem ekilenin inancıyla başlar herşey. Biri yaşatacağına diğeri yaşayacağına dair bir inancı taşımazsa nasıl devam eder bu hayat.

Kendi isteği ile gelmeyen bir yabancıyı, kendi topraklarına davet eden, onu kabul eden ve onu kendiyle besleyen bu topraklar olmasa, en azından biyolojik olarak hiç birimizin bir vatanı olmayacaktı. Hepimizin bir vatanı var işte, sınırları analarımızın varlığı ile çizili.

“Nereye aitim, diye sorma dedi doğa. Kim olduğun, içindeki mirasta gizli dedi. Korkma nasıl yaşarım, bahçevanım olmadan diye, dedi doğa. Yaşam sensin, sen yaşamsın dedi”

Şu kocaman dünyaya gelip te bu koca dünya içinde yaşayabileceğimize dair bir inancın gelişmesi için oynadığımız ilk oyunun adı değil midir bağlanmak? 

Ya da minik bedenlerimiz içinde gördüğümüz koca dünyanın hakimi olmadığımızı, bize yavaş yavaş, alıştıra alıştıra, ve kaybettiğimiz tanrısal krallığa rağmen hayatta kalan/kalacak olan faniler olduğumuzu, öğreten ilişkinin adıdır bağlanmak.

Her dokunduğumuzda doğduğumuz topraklara, aslında tanımak isteriz o ellerimizin devamından gelen elleri, gözleri, burun ve dudakları. Bizim sandığımız ama bizim olmayan diğer bedenin haritasını çıkarırız. Yavaş yavaş anlarız, bizden öte ve bizden farklı bir dünya olduğunu, doğduğumuz topraklara ait ama ayrı olduğumuzu. Atlaslardaki kırmızı çizgilerle ayrılan ülkeler gibi, herkesin ayrı ve kendi sınırları içinde yaşamaya hakkı olduğunu öğreniriz. Bu sınırların ihlal ya da ihmal edilmeden korunması gerektiğini.

Farklı nedenlerle, her ağladığımızda, doğum öncesi o kutsal toprakların, leb demeden leblebi sunduğu bahçenin cömertliğini ve rahatlığını ararız. Ama kopup geldiğimiz cennetten farklı ve o bahçe kadar mükemmel olmayan bir dünyada yaşadığımızı anlarız, yavaş yavaş. Gerçeği algılarız ilk şamardan bu yana, canımız yana yana. Yaramız, sarıla sarıla..

Koskocaman bir dünya olarak doğduğumuz ama olmadığımızı anladığımız andan itibaren ise hepimiz korkarız. Bu korkuyla başetmemizi sağlayacak yeganemiz ise, kucağına doğduğumuz anamız. Nasıl da küçültür, o kocaman dünyayı bize. Nasıl da toparlar, dağınık parçaları bizim için. Ve o koskocaman dünya puzzle nı bizimle birlikte hiç yılmadan nasıl da birleştirmeye çalışır.  

Yaşama erginlenmek için girdiğimiz bu büyüme oyunu. Yaşam öğretileri, incelikleri için yanında, yamacında gezindiğimiz üstat. El alıp, el vereceğimiz hale dönüştüğümüz o kadim ilişki.

Eğer bu ilişki içinde korku, inançtan fazla ise, herbirimizin tek oyun arkadaşı olarak kalırsa ana, ve bizi tek başına yaşayacak hale dönüştürmezse bu oyun, doğanın sesini duymaz oluruz. Biyolojik olarak doğarız ama ruhsal (psikolojik) olarak kürete ediliriz. Dünyanın düşükleri olarak, bir kavanozun dibinde, izleyicisi oluruz yaşamın. Soluk alıp verir, ama yaşamayız. Bağlı değil, bağımlı yaşarız. Bağımlı yaşarız çünkü puzzle tamamlanmamıştır. Onu yeniden ve yeniden yapmaya çalışmak için hep aynı kişiyle oynarız, sureti değişse de (arkadaş, eş, evlat, sevgili, öğretmen, hatta yaradan, vb) arkasında hep anamız. Onu tamamlayamayacağımıza dair öz inancımız ile bensiz yaşayamazsın mesajı el ele verirse vay halimize.

Her şeyin bir zamanı var. Tutunmanın da bırakmanın da. Tutunmak bir doğumsa bırakmak da bir önceki dönemin ölümüdür aslında. Hiç bir tohum, düştüğü ağacın dibinde yetişmez. Rüzgar onu büyüyüp gelişeceği, serpilip bir ağaç olacağı, kendine ait bir toprağa sürükler. Ya tohum olarak açmadan solar ya “bir ağaç gibi tek ve hür” ama “bir orman gibi birlikte” yaşarız.

“Önce bir tohumdu.
Rüzgarda savruldu.
Kök salacak toprağını ararken,
çok uzaklarda,
ülkemin sıcağında,
bir avuc masal toprağı buldu.
Derinlere salındı.
Dallandı.
Dellendi, sevda çiçeğim.
Soğuk ve uzak rüzgarların uğultusuyla,
köklerini hüzünle koparsa da
masal toprağından;
ana toprağından;
büyüdü sevdam.
Bir oldu.
Tam oldu.

Töz oldu.

Toz oldu.

Toprak oldu.
Büyüdüğü topraklara,

anlatılmamış bir masal,

kendi toprağına gerçek oldu.”

Mart-Nisan 2013 Psikeart