Kucaktaki Kusmuk

Odaya geldi…Vaktinde…Birkaç seansın ortak noktası seansa geç gelmemesi. Bu kendime ne değişti diye sormama sebep oluyor? O odaya giderken, bu konuya seansta değinmeliyim diye düşünerek eşlik ediyorum…Ama merak da var belki kendisi açar konuyu. Kendime hatırlatma ‘Acele etme…Her şeyin bir zamanı var. Var. Var.  Var.’

Ve evet, yine biraz tedirgin, beni ve hareketlerimi izliyor. Pek çok kere sözel ya da sözel olmayan şekilde konuşmak istemediği, tıpkı bir madende bir damarı keşfedip sonrasında ilerlemek ve madeni çıkarmak yerine kapatmayı tercih ettiği seanslardaki gibi …Bugün içsel dünyasına inen ve cevherini arayan bu madenci, damarı buldu mu bulacak mı bulursa devam mı tamam mı diyecek,,, deli sorular? Kısacası oda sadece onun için değil, benim için de zorlu bir sınav. Susmayı öğreneceksin, sabrı, zorlamamayı, bilmemeyi, bildiğini illa söylememeyi, duygularını hissetmeyi ama tepkisel değil psikoterapötik  yanıt vermeyi becermeyi, öteki üzerine hayal kurmamayı ve neyse onu görmeyi niyet edeceksin ve kendi çalışmana arka planda devam edeceksin… Yani seans odası ikili bir öğrenme, devinme, dönüşme ve en nihayetinde iki kişinin kendi dünyasından çıkıp, sınırlarını koruyup, birinden ötekine, ötekinden birine açılan ortak alanda, saklanan, üstü örtülen bir tohumun bakımı için işbirliği geliştirmeyi deneyimlemek.

Oturdu. Bir önceki seans tatile çıkmıştı. Uzaklaşmanın onu nasıl etkilediğini, hatta beraber tatile çıktığı sevgilisi ile her şey yolundayken nasıl kavga çıkardığını ve nasıl huzursuzluk yaratarak kendini cezalandırdığını anlattı. Tıpkı evden ayrılıp kendi evini tuttuğunda, annesinden uzak kalınca hissettiği yalnızlığı bu yalnızlıkla baş edemeyince nasıl bahaneler bulup evini kapatıp tekrar anne evine döndüğü zamanki gibi.

Sonra uzaklaşmasının ruhunu suçluluk ve yalnızlığa gark etmesine neden olduğunu, yakınlaşmanın ise boğulma ve sıkıştırılma ile eşleştiğini anlatırken gözüm parladı mı bilmiyorum.

Sonrası bu duyguların özellikle boğulmanın araştırılmasına geldiğinde odanın içinde bir canlanma oldu. O canlanma bir ipucuna tutunma, takip etme ve sonuna kadar gitme ivmesine evrildi.

Boğulmayı önce göğüs kafesinde sonrasında boğazında düğümlenen küre şeklinde bir kütle olarak tanımladı. O kütleyi düşünmesini, kokusunu, dokusunu, formunu betimlemesi için destekledikçe anlattı anlattıkça gözyaşları ve boğuk çıkan kelimeler ile görünmez, dokunulmaz ve konuşulmaz olan aramıza gelmeye başladı. Uzuncadır izin verilmeyen, yakınlaştıkça korkulan o yeşil-mavimsi bulanık boğucu “şey” önce yalnızlık sonrasında ölüm ile bir kimlik kazandı. Artık aramızda idi. Konuştukça kütle boğazdan kelimelerle çıkmak istedi sanki. Kusmak için lavaboya gitmek istedi, odada kalabileceğini ve çöp kovasını kullanabileceğini söyledim. Aramıza gelene git demek gelmedi içimden. Açıkçası bilinçli bir yanıt değildi. Ama bir yanım lavaboya boşalacak olan kütlenin yine konuşulmaz olacağını hissetmiş olmalı. O göstermek istemiyor ve belki benim de görmek istemediğimi düşünüyor. Öyle ya herkes yalnızlık ve ölümden korkar. Kusmuk iğrençtir ve miğde bulandırır. Oysa işte tam da orda idi çirkin, iğrenç, istenmeyen, beğenilmeyen yani kendine dair ötelediği tüm öteki kendisi. Kendine uzak, yabancı olanın, içerden belki yırta yırta belki acıta acıta ve tıpkı doğumdaki bebeğin yüzü gözü kan revan hayata çıkıp buradayım diyerek ağlaması gibi. Sanırım ikimizde içimizde sakladığımız o çirkin, istenmeyen ötekine bakabilmek için hazırız. Kokusuna, görüntüsüne, o genelin yaftaladığı asıl cevhere yer açmaya hazırız. 

Şimdi kucağında bir kova. Ağlaya ağlaya biraz utanç biraz rahatlama hem konuşup hem kusuyor. İlk hamlesi yine kurtulmak oluyor. Lavaboya götürüp boşaltmak istiyor bu kez. Bu sefer damarı tutmak gerektiğini bilerek kovayı kucağında tutmasını, içindekine bakarak neler hissettiğini anlatmasını istiyorum. Karşı gelmiyor.

Ağzından hem kelime hem kusmuk olarak çıkan kütleye eşlik eden bir histen bahsediyor. Boğazından aşağı ayaklarına kadar inen bir his ve sonra ayaklarının karıncalanmasını anlatıyor. Söyle yorumluyor sanki ayaklarımın altından kökler çıktı. Ayaklarımdan zemine kaydı ve derinlere salındı. Öyle havada uçar gibi, zemini hissetmeyen ben, birden buradayım yaşıyorum ve korkulacak bir şey yok sesiyle uyandım gibi.

Kovanın içindekinden kurtulma isteğini, seanslarda diline kadar gelen ama rahatsız olduğu düşünceler, duygular, korkular ve anılar olduğunu söyledi. Hatta bakmaya devam ettikçe o yoğun pis, çirkin, iğrenç mavi yeşil çözeltinin kovanın içinde nasıl berraklaştığını anlattı.

Tahmin edersiniz pek çok kelime, duygu, anı ve bağlantı seans odasına aramıza aktı. Sonunda bir sessizlik oldı ve ardından ‘ahah’ dedi. Şimdi anladım dedi. Ben seanslarda boğazıma gelen geldikçe aşağı ittiğim ve o yüzden anlamakta ve değiştirmekte zorlandığım şey bugün boğazdan kafama çıktı. Alnını tutarak buraya geldi dedi. Allahım ya, insan izin verirse tüm kitaplar ve bilgiler kendi içinde. İşte kanıtı. Bilinçdışının aydınlanmasını, insanın bilinç yolculuğu yaptığını ve olgunlaşma ve insan olmak için akıl ile bağlantı kurmasını, logosla evlenen erosu daha başka nasıl anlatır ki bir insan. Kendiğilinden, doğalından.

Ve bu doğallık ve anlamlandırma sürecinde gözlerimin dolduğunu hissediyorum. Gözümü kaçırmanın, silmenin ikircikli itkisi ile mücadele ediyorum. Lakin sonra bırakıyorum. Çünkü bu, tıpkı bir çocuğun ilk adımını attığında annenin coşkuyla karışık heyecanına benziyor. Kendi sarmalından özgürleşen bir adımın etkisini göstermekten kaçınmadan ve onun alanını işgal etmeden gözyaşlarımı biriktiği yerde tutuyorum.

Nevhan Varol

(*)Bu yazıya konu olan seans süreci, analizanın izni ve bilgisi dahilinde yazılmıştır.