Insuland : “Kaybetmeyecek Kadar Uzak, Kaybolmayacak Kadar Yakın Olanların Diyarı”

Tecrit, yalıtım, sürgün, uzaklaştırma, yalnızlık, sınırlandırma, cezalandırma, kovulma, haklardan menetme, ilgisini kesme, karantina gibi pek çok psikolojik, sosyolojik, hukuksal ve tıbbi çağrışımları ve eşanlamları içinde barındıran bir kelime i z o l a s y o n.

Kelimenin köklerini incelediğimizde ise aşağıdaki açıklamalarla karşılaşıyoruz izolasyon için:

Fransızca “yalıtmak, yalnızlaştırmak” anlamına gelen isoler fiilinden alıntıdır. Bu fiil İtalyanca “kanal açarak bir yeri karadan koparmak, ada yapmak” anlamındaki isolere fiilinden türetilmiştir. Geç Latince de aynı anlama gelen insulare fiilinden evrilmiştir ki bu da “ada” anlamına gelen insula sözcüğünden türetilmiştir.

“Adaya giden vapura bir bilet aldı. İnsanlar arasında, görünmeden yaşamanın dahi zor olduğu anlarda giderdi adadaki evine. Çoğu zaman kendini başkalarının işine yarayan bir alet gibi görürdü. Bir insan olarak değil de işe yarar bir makine gibi yapılması gerekenleri yapar, fazla iletişime girmez, duygusal etkileşimler yerine kuralları olan, aşama aşama nerede ne yapılacağı belli olan ortamlarda, mekanik ve mantık çerçevesindeki konuşmalar içinde rahat ve güvende hissederdi. Duyguların ortaya çıkma ihtimali olan anlardaki her temas, onu rahatsız ve güvensiz hissettirirdi. Yani “bu raporda, şunlar yanlış olmuş” diyen bir üstü ile konuşmak zor değildi de, şirketin kafeteryasında karşıdan gelen çalışma arkadaşının “merhaba, nasılsın?” sorusu ile başlayan iletişimde… aman Allah’ım, bedeni sarsılır, kalbi ağzına gelir, kaçacak yer arardı. Ve bulurdu da kaçacak bir bahane. Sıvışırdı oradan ve böylesi duyguları yaşatacak ortamlara da girmezdi. Bildiğiniz asosyal etiketini taşırdı, kimi zamanda kullandığı bahaneler yüzünden olsa gerek işkolik olarak anılırdı.  Es kaza sosyal bir ortama girerse tüm benliği ile orda olmadığını bir tek o bilirdi. Adeta hem orada hem orada olmamak gibi. Öyle zamanlarda ete kemiğe bürünmüş bir hayalet gibi hissederdi.

Bu mekanik ilişkiler sadece formel ilişkilerde değil, yakın olması düşünülen aile, arkadaş ve partner ilişkileri içinde de kendini gösterir adeta bu özel, samimi ve nispeten yakın olan ilişkileri de mekanik bir düzene sürüklenirdi kendiliğinden.  Dışardan garip, tuhaf, uzak, soğuk, kimi zaman duygusuz ve hatta burnu büyük olarak algılanırdı. İnsanlar arasında olmak ama görünmemek: hem güvenilir cennet gibi bir ada idi onun için; hem de temassızlığın yoksunluğunda anakaraya, kalabalıklara, yakınlığa duyduğu özlemle dolu ıssız bir ada.

Hayatı, böyle bir ruh haliyle yaşamayı olağan gördüğü günlerde değil ama şimdilerde, şu salgın günlerinde kendine sorduğu tekrarlayan bir soruyla kafası karışmıştı: “bir insan yakınlığa ve temas içinde olmaya bu kadar ihtiyaç duyarken aynı ihtiyaçtan bu kadar neden korkardı”

Şizoid İkilem

Hepimiz bir ada olarak dünyaya geldik. Dört tarafı suyla kaplı, ihtiyaçların denge halinde karşılandığı ama insansız ama temassız bir iç denizde. Aslına bakarsanız çok güçlü bir beden tarafından adeta yutulmuş ve sonra çaresiz, korunaksız ve içerdeki gibi dengede olmayan, belirsiz, tehditlerle dolu ve kalabalık koca bir dünyaya fırlatılmış ufak bir lokma gibi. Dengemizin sağlandığı anlarda bizim sevgi diye adlandırdığımız, dengenin her bozulduğu anda ise o sevgi nesnesinin ver/e/medikleri ile acı çektiğimiz ve bugün nefret dediğimiz o rahatsız anlara ve tüm bu ikilemi kapsayan ilişkiye (bakım veren-yeni doğan ilişkisine) taraf ve tanık olduğumuz ortak bir geçmişimiz var. Hatırlamadığımız kadar eski ve derinlerde ama hissettiğimiz kadar yakın ve yüzeyde.   

Bu ortak geçmişi hepimiz yaşadık ve büyüyen beden ve gelişen zihnimiz ile farklı yorumlar geliştirdik. Bu yorumlar, psikoloji literatüründe ‘kendilik bozuklukları’ olarak adlandırdığımız ve bakım verenlerle aramızdaki ikilemli ilişki biçimlerini tanımlayan şu isimleri alır :

Narsisistik,

Borderline,

Şizoid.

‘Şizoid ikilem’ denilen durum, bütün kendilik bozukluklarında görüldüğü için önemli bir hal anlatır. Çünkü her kendilik, bir taraftan bağlanma ihtiyacı uğruna (çocuksu dönem için olağan) kendi bağımsız potansiyelinden/kendiliğinden (gelişim dönemlerinde kazandığı veya kazanacağı bireysel fark ve özelliklerinden çocuksu bağlanma/destek/bakım için) vazgeçmesini talep eden içselleştirilmiş bir ilişki modeli(1) tarafından yönetilir. Ki bu model kişiye sanki rahimde ya da annenin kucağında hissettiği güvenlik ve huzur duygularını geri verirken eş zamanlı olarak, bu bağdan doğal olarak büyüme ve gelişme ile hissedilen uzaklaşma/bağımsızlaşma/bireyleşme hali ise güvensizlik ve huzursuzluk duygulanımları yaratır. Artık her bağımsız hareket ile her bağımlı kalma arasındaki karar anı, kendiliğin bu ikilem içinde salınmasına neden olacaktır.

Bahsi geçen ikilemler borderline bireyi terk edilme duygusuna karşı yaşına uygun olmayan dönemlerdeki duygu ve davranışlara gerilemeye sadece bakım, ilgi, destek arayışına sürükler. narisisistik bireyde ise kendi veya ötekinin kusursuzluğunu arama, kusursuzluğa zorlama davranışları baş gösterir. Bu mükemmelliğe ulaşamamanın yaratacağı dağılma duygusunu engellemek için ilişkileri manüple eder. Şizoid birey ise ilişkilerin esir etme, sömürme, zarar verme deneyimlerinden ancak yalnızlık kalesine geri çekilerek uzak kalabilir. Ki bu özgür fakat çaresiz bir öz-tecrite yol açar. Bu açıdan şizoidi durum en kötüsüdür. Çünkü borderline veya narsisistik bireyler ne kadar acılı deneyim yaşasalar da ötekiyle iletişime açık kapı bırakırlar. Şizoid bireyin ise kapısı kapalıdır.

Çünkü şizoid, yakınlıktan ve bu yakınlığın getireceği duygulardan uzaklaşmış, içsel bir kalede yaşar. Kimseye ihtiyaç duymadan, kendilerine yetme kapasiteleri çok gelişmiştir bunun sonucu olarak kimseye ihtiyaç duymadan yaşarlar. Bir şey istemek ya da bir şeye, birine ihtiyaç duymak kuracağı ilişkinin bir köle-efendi ilişkisine dönmesi demektir ki bu da özgürlüğünün kısıtlanması anlamına gelir. O halde şizoid birey için ilişkileri/teması/yakınlığı, özgürlük için feda etmekten başka çare yoktur. Fazla özgürlük de temas özlemini doğurur ki bu da kaleden çıkmasına ve zalim öteki ile korunaklı bir mesafede de olsa bir ilişki kurmaya dönmeye zorlar. Ki bu da kendiliği öteki tarafında ele geçirilmesi olarak deneyimlenir. Artık o ihtiyaç duyduğu, özlediği, arzuladığı ötekinin kölesidir. Diyebiliriz ki bir şizoid için özgürlük ve yakınlık bir arada olamayacak durumlardır. Şizoid her durumda kendiliğinden bir parçayı kaybeder: ya özgürlüğü ya yakınlığı.

İzolasyon, söz konusu kendilik yapılarının kullandığı psikolojik savunma mekanizmalarından biridir. Her birinde görülebilen ancak şizoid için daha bariz olan izolasyonu, Guntrip(2), dış dünyadan ayrılma, kopma olarak tanımlar. Bu kopma Klein(3)ın da vurguladığı gibi her zaman gözle görülen bir kopma değildir. Hatta çoğunlukla içsel bir deneyimdir. Bu yüzden pek çok şizoid birey, günlük ilişkiler içinde olmasına rağmen içsel olarak bulunduğu ortamdan, insanlardan kopuk, duygusal anlamda bağlantısız yaşayabilir.

“İlk kez bu vapurda, kendi isteği dışında bir nedenle gidiyordu adaya. O yalnızlık kalesine. Sanırım o yüzden diye düşündü.  Artık içsel mesafesine,  ne kadar devam edeceği belli olmayan bir mesafe daha eklenmişti. Kim bilir nasıl, ne zaman dönecekti? Ana karayla olan bağlantısını hissettiğinde, duyduğu özlem ve yoksunluk katlanabilir hale gelirdi sürgün günlerinde. Ama şimdi sanki göbek bağı da kesilmiş gibi geliyordu ona. Sanki dışardaki o düşman, herkesi kendisi gibi temastan, ilişkilerden, görünür olmaktan, birbirinden koparan o salgın ne kadar sürecekti. Etkisi ne olacaktı.  İstese bile geri dönememek… Artık kontrol edemediği bir yerde ikilemi ile baş başa kalmıştı. En büyük korkusuyla. Özgürlüğünde süresiz bir sürgün başlamıştı.

Yaşam- ölüm ikilemi ya da yaşam-ölüm-yaşam döngüsü

Aslında şizoid ikilem arasında salınan tüm kendilik yapıları için sosyalleşme de asosyallik de gerçek yakınlığın kurulmasını engelleyen, duyguların/benliğin izolasyonu için havaya atılan madalyonun iki yüzüdür. Ve bu ikilem, insanın temel ikilemi ile baş-başa kalmama çabasının bir ürünüdür. Yani yaşam ve ölümle.

Ve tüm insanlığı tehdit eden bir salgın, içsel olarak inşa ettiğimiz kendiliğimizin bir projeksiyonu olarak yaşadığımız dünyanın; gerçek olmadığını hissetmenin depresif duyguları ile baş başa bıraktı bizi. Çaresiz kaldık. Bilimsel bilgiler, para, iktidar, teknoloji, siyaset, ötekileştirdiğimiz ve her kötülükten sorumlu tuttuğumuz düşmanlarla verdiğimiz savaşlar, silahlar, dünyaya insanoğlunun imza atmasını, yaşamını sonsuz kılmasını sağlayacağını düşündüğümüz her şey bir anda elimizde patladı. Öfkelendik. Hikayeler belirledik bir sonraki adımı bilmediğimiz zaman duyduğumuz kaygıları önlemek için. Varsın komplo olsun varsın distopik olsun. Adresi kaybettiğimizde, sormaktan utanan kendiliğimizi biliyormuş görüntüsüyle rahatlattık. Halbuki yaşam dedi ki “benim bir de adı ölüm olan bir ikizim var. Görmezden geldiğiniz. O kadar görmezden geldiniz ki hiç ölmeyecek gibi yaşadınız. Hiç ölenlerinizle karşılaşmadınız. Hiç veda etmediniz. O yüzden aslında hiç yaşamadınız.”

Kayıplarımızı görmekten, hissetmekten, acısını yaşamaktan ve yasını tutmaktan daha önemli işlerimiz vardı. Çünkü korkuyoruz. Bizi yaşama karşı güçsüz, çaresiz, yetersiz, değersiz kılan bu korkudan uzaklaşmak için kurduğumuz tüm sigortalar patladı. İçeri gerçekler giriyor. İçeri yaşam doluyor. Aslında belki de küresel olarak insanlığımıza en yakın yerdeyiz. Tanrıcılık oynamaktan el-mecbur vazgeçtiğimiz yerdeyiz. İmza atmak derdinden kurtulduğumuzda yaşam cümlesinin bir cüzzü olduğumuzu göreceğiz. Her anına şahit olduğumuz bir bayrak yarışının koşucusu olarak yaşamın bir ikilem değil bir döngü olduğunu kavrayan yeni bir içsel ve dışsal dünya kuracağız. Elbet fırtına dinecek. Elbet yarın güneş doğacak. Elbet yaşam yeni ve yeniden doğanlar ile devam edecek. Her dem olduğu gibi. Yaşam ola, aşk ola muhabbet ola.

—————————————————————————————————————————

(1) İçselleştirilmiş ilişki modeli : Bu ifade nesne ilişkileri ve bazı takipçi kuramlarda, ilk bakım veren kişi/ler ile çocuk arasındaki ilişkide çocuğun kendini ve ötekini algılama, değerlendirme biçimi ile bunlara eşlik eden duygulanımların bir şema oluşturduğuna, ruhsal dünyaya yerleşen bu şemanın, kişiyi yetişkin zamanlarındaki tüm ilişkilerde bilinçdışı bir şekilde esir aldığına atıf yapar.

(2) Harry Guntrip; 1901-1975 yılları arasında yaşayan Guntrip, Londra Üniversitesi’nde öğrenim görmüştür. Bir süre rahiplik yaptıktan sonra, Leeds Üniversitesi’nde felsefe dersleri vermeye başlamıştır. Melanie Klein tarafından ortaya atılan ve psikanaliz ekollerinden biri olan nesne ilişkileri kuramını revize eden isimler arasındadır. “Şizoid görüngü” olarak çevrilen kitabı, önemli yapıtlarından biridir.

(3) Melanie Klein; 1882-1960 yılları arasında yaşamıştır. Nesne İlişkileri Kuramı‘nın kurucularındandır. İlk kez çocuklara psikanalitik terapi uygulayan, çocuk psikolojisi ve psikanalizinin gelişimi üzerinde büyük etkileri olan psikanalist ve kuramcıdır. Genel hatlarıyla Freudyen bir yöntem izlese de, Freudyen kurama getirdiği eleştirilerle ve nesne ilişkileri kuramıyla, ortodoks psikanalizin, modern psikanalize dönüşümünde yol açıcı rol oynamıştır. “Sevgi Suçluluk ve Onarım”, “Haset ve Şükran” önemli yapıtları arasındadır.

Nevhan Varol

(*) PsikeArt Haziran 2020 sayısında yayımlanmıştır.