Nefes ile Nefs Arasındaki Çatışma Üzerine Bir Ağıt:”Cennetten Kovulduk, Yaşasın Tembellik”

Ah o cennet günlerim..Ah o bir eli balda bir eli yağda kıvamında günlerim…Bilmezdim alem-i devrana düşmeden önce o kutsal bahçenin bu kadar güzel, bu kadar rahat, bu kadar mutluluk verici olduğunu..Nereden bilirdim bu aleme geç düşenlerin, o cennet mekanı bırakmak istemediklerini ?…. Ahh… Ama yine de şanslıyım ki o bahçenin ipiyle düştüm, beni rahat, mutlu kılan bu güzel kucağa.”

İşin aslı bu; tembel doğarız…Hamlet’eithafen ise “ya doğarız ya oluruz, işte tüm mesele bu”.

Tembel doğarız. Çünkü doğmak bize ait bir eylem değildir. Doğa tüm çabaları ile yaşamı devam ettirmek için çalışırken, tüm olumsuz koşullara, felaketlere, savaşlara, yokluklara rağmen…Yani zor altında, stress altında, sıkılmadan ve vazgeçmeden kendini yeniden üretmeye çalışırken; bir parçası olan analar, ıkınarak ağlarken, bizi doğurmak için uğraş verirken, biz rahatımız bozulduğu için ağlarız.. İşin yoksa nefes al, işin yoksa dünyaya alış… Çok zor edilgen olduğumuz ve hatta tercih etmediğimiz bir dünyaya gelmek. Mecbur olduğumuz bir hayatı yaşamak.

Belki de esas çatışma burada. Yaşamaya mecbur olan nefes ile bedenlerimiz büyürken, nefsimizi eş zamanlı büyütmek konusunda yaşadığımız çatışma. Eğer nefs (bu yazıda kendilik/self anlamında kullanılmıştır), nefesin üfleyip büyüttüğü bedene eşlik edemez ise, yetişkin bedenler içinde, cennet bağımlısı çocuk köleler olarak yoluna devam eden insanlar ordusuna katılım kaçınılmaz olabilir. Halbuki doğmanın ötesinde “(kendi) olma”nın keyfini çıkarmak, belki de insanın kendi cennetini yaratmasıdır aslında. Bunun içinse göbek bağını kesmek gerekir nefsin, tıpkı nefes almaya başladığımızda kesilen bağ gibi.

Keyiflidir bu bağı kesmemek. Keyiflidir rahimin uzantısı bir kucakta büyümek. Ki, bu kucağın esas işlevi düşülen aleme hazırlanmak iken, biz habire sınıfta kalırız ve bir türlü mezun olamayız. “Çok iyi anneler” ile “çok iyi çocuklar” arasındaki ilişkinin bir yansıması olarak hayatı kucakta yaşar ve bitiririz. Biz, kalık yaşamlar sürdürürüz hayat öncesi okulda, sınıf arkadaşlarımız hep 0-6 yaş arasında.

Bu sınıfta kalmak, bu sınıftaki tatları devam ettirmek için, mecbur olduğumuz hayatı, mecburiyetler yığınına döndürürüz hiç hissetmeden. Önümüzdeki dünyaya ve bizim için barındırdıklarına gıptayla bakarız ama görmeyiz. Tembel olan, yaşama ve kendine körlük eder, bilmeyiz. Bedel öderiz her daim. Annemizin, öğretmenimizin, arkadaşlarımızın, patronumuzun, sevgili ya da eşimizin, ve hatta çocuklarımızın bize yaşattığı anlık cennetvari hazlar için, onların gözündeki “iyi çocuk”ları, kendi gözümüzdeki “iyi anne”leri kaybetmemek için bedel öderiz. Göbek bağını arka bahçeye atmamak için gerçek kendimizden vazgeçeriz.

Yanlış biliyoruz, tembel değil bağımlı yaşıyoruz.

“Ah benim kocaman suretim. Ah benim cılız, zayıf, küçücük gerçeğim. Ah benim kucaktaki koca bebeğim. Öldür içindeki “çok iyi” anneyi ki özgür kalasın. Cennet “yeterince iyi” anaların altında bilesin. Bilesin ve “yeterince iyi” çocuk olasın. Bil ki sen ananın çocuğusun ve fakat artık çocuk değilsin. Bırak ananın eteğinde dolanmayı ki aşkını dünya ile yaşayasın. Onunla paylaşacağın ‘kendine ait bir oda’ yaratasın. Ona bağımlı değil bağlı kalasın.”

Sanmayın ki tembel olan hiç çalışmaz. Ah o deli kan.. Ah o hazza bağımlı nefs. O kucaktan hiç inmemek için, başkaları için didinip duran.. Çalışan, koşan, yapan, başaran, yükselen nefs. Ne kadar bağımlı, dış gözlerden alacağı alkışa, onaya. Ne kadar sahte. Sahtesi (kendilik) sevilirse gerçeğini (kendilik) kim ne yapsın?. Sakla gitsin. Sakın ha bağımlı olduğumuz topraklardan sınır dışı edilmeyelim.

Hafazanallah, hele bir de aktive olmaya görsün o saklanan gerçek yüzümüz. Mahşerin atlıları koşarak gelir terk-i depresyona dayanamayan yürek sızımızı dindirmeye. Heybelerinde suçluluk, öfke, korku, çaresizlik, yalnızlık, panik ve boşluk. Ve vazgeçeriz cılız gerçek yüzümüzü küller arasından çıkarmaya, takarız heybedeki maskeleri yüzümüze.

Elimizde başkaları için yaptıklarımızla, kendimiz için yapmadıklarımız kalır. Kendimiz için yapmaya kalktıklarımızdan vazgeçmenin dayanılmaz acısını hissetmemek içinse bir şeyler yaparız elbet.Vururuz eylemin dibine, ne de olsa doğa boşluk bırakmaz..İçimizdeki, harekete geçme cürretini gösterince beliren boşluğu doldururuz hemen alkolle, uyuşturucu ile, yemek ile, alışveriş ile, hız ile, seks ile, konuşma ile, uyuma ile… İnternet ve tv ile. Ve hayatımızdan vereceğiniz kimbilir kaç kişisel örnekle.

Bağımlılıklarımızdan nasıl kurtuluruz başka kelamların konusu belki ama iç ses der ki dışarda bir dünya içerde bir ben var. İçerdeki benin dünyaya girmesi dileğiyle:

“bilicilerin fısıltısından : suret-i saklı”

ey, kapıları kendine kapalı viran kent.

ne içindeki yabancılara tanışsın,

ne de kendine tanıksın…

çıkmaz sokaklarında cirit atarken sen,

üstü küllenmiş,

küf kokulu tarihinde..

bilirsin ki:

“ya O’nu kaybedersin ya da kendini mahvedersin”

her kaybettiğinde…

viran kentin,

viran girişine git ve oku ‘Altın Kapı’ üstünde yazanı:

“ey suret-i saklı, kendin olasın”

kim ki, bu kelamı düstur edinir,

içindeki kent ve beşer yeşillenir.

 

“Kimbilir belki de bir bahaneydi elma, insanoğlunun yaşamda ayakta durmayı öğrenmesi… ve özgür…  ve özerk…  ve kendi olması için, cennetten kovulmaya…”

Nevhan Varol

(*)PsikeArt Kasım-Aralık 2012 sayısında yayımlanmıştır.