Eda ÇIĞIRLI nın HAFIZA isimli kişisel sergisi için bir düşünme kolajı
Hafıza ͭ حافظة [#ḥfẓ sf. f.] saklayan, muhafaza eden (şey veya kadın) anlamına gelen Arapça kökenli bir kelime. Aynı zamanda koruma, saklama, sakınma, akılda tutma anlamlarına gelen ḥifẓ حفظ [#ḥfẓ msd.] kelimesi ile de ilişkili.
Kelime kökenine bakarsak hafıza, ruhsal dünyamızın dişil bir fonksiyonudur diyebiliriz. Tıpkı bir kadın hatta bir anne gibi koruyan, kollayan, saklayan, muhafaza eden bir işlevi var hafızanın. Doğduğumuz andan itibaren duyular aracılığı ile toplanan ve gündelik yaşamda kullanılan tüm bilgiler kadar, kendimizle ve diğer kişilerle kurduğumuz ilişkiler ve bu ilişkilerle ilgili imgelerin, duygu ve düşüncelerin de deposudur hafıza/bellek. Lakin fazla koruyucu anne gibi her şeyi koruyan saklayan ve bize hatırlatan bir hafıza da işlevsiz olurdu. Dolayısıyla yeterince hatırlamak ve yeterince unutmaktır işlevsel hafızanın görevi.
Hafıza sergisi bu tanım ve yorumlar açısından bakıldığında otobiyografik hafızayı/belleği odak noktasına almakta. Otobiyografik hafızayı, kişisel geçmişimizi, kendimizi ve kendimizi tanımlamamıza yarayacak olan öteki ile başlayan bir ilişkinin portresi olarak görmek mümkündür. Hatta merkezinde kişinin kendi imgesinin de olduğu, asimetrik, içsel gerçeklik sosuyla tahrif edilmiş dış gerçekliğin ve ilişkilerin oluşturduğu kolaj bir portredir. Bu kolaja toplumsal, mitolojik, kültürel vb öğelerin kesilip biçilip yapıştırıldığını da düşünürsek çok geniş ve karmaşık bir yapıyla karşı karşıya kaldığımızı söylemek mümkün. Tıpkı yaradılış mitlerinde dünyanın kaostan kozmosa yani karmaşadan düzene olan yolculuğundaki gibi. Dağınık bir depomuz var ve biz yaşadığımız her gün onu yeniden düzenliyor ve çerçeveliyoruz. Kendimizi ve dünyayı yeniden, yeniden tasarlıyor ve inşa ediyoruz.
Bu sergiyle, sanatçıya evirilen yolculuğunda bir kadının koruyup kolladığı, muhafaza ettiği, sakladığı imgelerden bir sanat eserine dönüştürdüğü otobiyografik bir albümün sayfalarını çevirmeye davet ediliyoruz. Tıpkı 70lerde hatırladığım gibi; eve gelen misafirlerimizle sohbetin bir anında mutlaka çay ve kahve eşliğinde, sehpada duran albümlerin sayfalarını çevirip, göz attığımız fotoğraflardan yola çıkarak eski günleri yad etmek gibi. İşte bu kadar çabuk etkisine alacak bir tema ile kendi albümlerimize de davet ediyor sanatçı ev sahipliği yaptığı galeride bizleri. Her birimiz, kendi evinden kendi geçmişinden çıkıp geldiği galeride, sanatçının albümüne gireceğiz, eşiğinden adım attığımız andan itibaren. Artık bizler de o kişisel albümün/hafızanın/tarihin, sanat eserine dönüşmeyen (henüz) imgelerine dönüşeceğiz. Bir sergi salonunda olmasa da Eda Çığırlı’nın zihninde, kendi zihinlerimizde. Her birimiz bir dizi fotoğrafı kendi öykümüz içinde albümlerimize ekleyeceğiz. Hatırlarken ve anlatırken ve illaki unuturken bizde kalan izleri yansıtacağız. Herkes bu sergiye dair seçtiği izleri yan yana koyacak ve bugüne dair bir kolaj hazırlayacak hatırlamak/unutmak için. Evet, unutmak da devreye girecek çünkü, sanatçı bizim derinliklerimizde gizli, saklı, karanlıkta kalan pek çok şeye de değecek istemeden- tahminim isteyerek! –
Unutmak Dönüşmektir ya da Hatırlamak Geçmişi Yeniden Kurgulamaktır
“İnsanlar psikoterapiye geliyorlar
çünkü unutmalarına izin vermeyecek şekilde hatırlıyorlar.”
Adam Phillps
“Her şeyi hatırlamak bir çeşit deliliktir.”
Brian Friel
Varlığın sonlu bir parçası olarak her bir insan, kendi ardışık an-ı-larını çocukluğundan beri biriktirerek, tutarak ve hatta tutunarak bir devamlılık dizgesi oluşturur. Bu devamlılığa zaman, bu devamlılığın yaşandığı koordinatlara mekân diyoruz. Çünkü insan, zaman mekân birlikteliğinde bir hafıza arşivinde kendini inşa eder ve hayatı boyunca bu iki unsur içinde anlam-ını arar, an-latısını kurar. Bu an-latıyı zaman ve mekân içinde kuran, bilinçli ve devamlı bir BEN den ÖZ e doğru evrilen ruhsal yapı hem kendisini hem dünyayı tasarlayan, inşa eden ve sürdüren bir düzenek kuruyor her gün yeniden. Hem de beşerden insana evrilmenin çağrısına icabet ediyor.
Ben neyi unuttuğumuzdan hatta unutmamız gereğinden yola çıkmak isterim bu noktada. Çünkü unutma olmadan düşünmeye, düşünme olmadan dönüşüme yer açılmıyor insanın hayatında. Üretim olmuyor. Hareket olmuyor. Halbuki bu sergi, her ne kadar hatırlananlara çağırıyor gibi gözükse de gördüklerimiz, göreceklerimiz unutulanlar (bastırılanlar) üzerine kurulmuş hatta unutulduğu (bastırıldığı) için bir sanat eserine dönüşmüş yeni bir öyküyü/portfolyoyu gözler önüne seriyor. Eski öykünün unutulduğunu haykırıyor. Unutma olmasa idi, ne biz sanatçının kişisel bilinçdışından ve kolektiften beslenen imgelerin, arketiplerin ve onlara eşlik eden duyguların, düşüncelerin dönüştürülerek, yeni bir formla sanatsal bir içerikle üretilmiş halleri olan bu eserleri izliyor olurduk ne de Eda, çocukluğundan çocukluk düşlerinden çıkıp, içindeki öz-le temas etme yolculuğunda ona rehberlik eden içsel sanatçısı ile tanışmış olurdu.
Seans odaları, doğduğu evden fiziksel olarak çıkmış bile olsa ruhsal olarak hala o evin içinde sıkışıp kalmış, bir yetişkin bedeni içinde küçük bir kız/oğlan olarak eski öyküyü dillendiren kişilerin geldiği bir yerdir. Aslında bilincinde olmadan ama için için bilerek, unutmak için gelirler. Kimileri unutur ve yeni bir öykü yazmaya gider, kimileri unutmaz ve eski öyküyü tekrar etmeye gider seans odasından.
Terapi odası, kişinin öz-benliği için ben sandıklarından (maskeleri/personaları) vazgeçmesine olanak sağlayacak boş bakir bir mekân sunar unutmak isteyene hem de bu yeni mekâna içindeki ötekilerle (gölgeleri) tanışmasını sağlayacak bir ilişkilenme seçeneği sunar. Kısacası seans odası, analizan (yani kendi üzerine düşünen) için bir bekleme odasıdır içerde doğum yapacak kendisini bekleyebildiği, aynı zamanda bir doğumhanedir de içinde kendini doğurabileceği.
Haydar’dan olma Meryem’den doğma Eda’nın sanatçı olarak Eda ÇIĞIRLI ya olan yolculuğu ve kişisel an-latısı bana “Küçük Kara Balığın” öyküsünü hatırlatıyor. Anadolu’nun sarı, sıcak ve kurak bir köyünde doğan ve doğduğu yerden dünyayı -aslında kendini- keşfetme ve inşa etme arzusu duyan ve bunun için hem içinde hem dışında yollara düşen kendi öyküsünün kahramanı olmak için ayrışmayla barışan bir kadın ÇIĞIRLI. Çünkü ayrışma olmadan ayrı, farklı ve kendi olamıyor insan. Ama ayrışabilmek içinde bağlı olmak gerekiyor, tutunmak gerekiyor, köklerine, toprağına, geçmişine. İşte bu zorlu denklemden geçen her birimize bir hatırlatıcı olarak sanatçı, çocukluğunun imgelerinden yeni bir düş kuruyor. Kendi düşüyle bizim düşlerimiz arasında bir köprü kuruyor. Beraber hatırlamanın ve beraber unutmanın kolektif alanına bir portal açıyor. İmgelerle duygularımıza, an-latısıyla düşünmeye davet ediyor. Hepimizin içindeki o bütünleşme çağrısına icabet etmemiz için payına düşeni üstleniyor. Sanatçı içimizdeki sanatçıya el uzatıyor.
Psikopatoloji, Eski Yunancadaki üç ayrı kelimenin -psike, pathos ve logos-çağrışımlarını bir arada tutan ve bize içimizdeki sanatçının (öz/gür) bireyselleşme ve bütünleşme sürecinin sağlıklı ve sağlıksız gelişimine yönelik bilginin içeriğine giriş anahtarını veren bir kelimedir. Şöyle ki Psike kelimesi ne(f)es, ruh, zihin gibi anlamlar taşımaktadır. Pathos ise dünyaya/bedene düşen her bir ruhun, nef(e)sin ya da zihnin gelişimindeki bozulmaya, hastalığa gönderme yapar. Logosu ise bu yapının bozulma bilgisini araştırma, tanımlama olarak ifade edebiliriz. Bu kelime kendi içinde zannımca insanın kendini bilmesi, yani özüne doğru yolculuğun duyuların bilgisinden yani “pathos”tan, hakikatin bilgisine yani “logos” a doğru olduğunu söylemek de yanlış olmayacaktır. Bu olgunlaşmanın ya da “kemalat”ın yolculuğudur.
Bir duyu alıcısı ve yorumcusu olan bedenin doğması ve büyümesini, tam da bu duyuların bedendeki büyüsel ve düalisttik (iyi-kötü, güzel-çirkin, vb) imgesel etkilerinden, ikiyi bir eyleyen yani bütünleşmenin ifadesi olan söze yani kelama yükselmenin kısacası bedenden bilince dönüşmenin adı olan insanlaşma süreci olarak okuyabiliriz. Düşünme bilincin bir fonksiyonu olarak çocukluğun, çocuksu ihtiyaç, beklenti, hayal ve arzularından özgürleşip, o dönemi aşmanın; yaşamsal oyalanmalardan, yaşamsal üretime dönüşmenin göstergesidir.
Tekrar eden bir yaşamdan, oyalanmalardan yani semptomatik hatırlamadan yani bilinç dışında tutsak kalmaktan kurtulmanın sonucu olarak sergi, bir öz-sağaltım çabasının üretimidir diyebiliriz. Artık çocuksu düşlemlerini, korkularını, arzularını tekrar eden, çözümsüz, kaygılı döngülere yem etmek ve kendini sabote etmek yerine, onların karanlık derinliklerde atıl kalmış enerjisini açığa çıkaran, bir simyacı gibi çalışan bir sanatçıyla karşı karşıyayız.
Bir eve doğarız. Sonra kendi evimizi inşa ederiz. İnşaata bizden önce konulan her bir tuğlanın sorgulamasını yaparak bazılarını atar, bazılarının yerini değiştiririz, sonra da kat çıkmaya devam ederiz. Bizden önce başlayan ve bize “ben” olarak tanıtılan bu benden vazgeçip öz-benliğin inşasını yapmak artık kendimizin görevi olarak önümüzdedir. Ya kendimizin ebesi ve ebeveyni olacağız, unutacağız ya da ebemize ve ebeveynimizden içsel olarak ayrılmadan başka ebe ve ebeveynler arayıp sahte doğumların peşinde koşacağız ve unutmak yerine adına hatırlama dediğimiz tekrarları yaşayacağız.
Çocuk Eda, evden çıkmış sanatçı Eda olarak kendi evine inşa etmeye çoktan başlamış görünüyor. Kendi evini kurup kentini ve ahalisini yaratacak olanlara ilham olsun. Yolu daim olsun. Demle…Demlene demlene ruhu bedeninde kemale ersin.
Aşk ve muhabbetle…
Nevhan Varol