“Bir adaya sürgün edilmişti…Sanırım bir kadın olarak neden orada olduğunu, eğer sürgündeyse neden başında bir taç olduğunu, neyin kraliçesi olduğunu, neden bir elinde meşale diğerinde bir hitabeyi taşıdığını dünyanın sonu gelse dahi anlamayacaktı… yerkürenin müdavimi insanlar, şu kadim sema ve bu heybetli okyanus onu izlese de hayran kalsa da, işaret ettiklerini heyecanla, özlemle, hayranlıkla izlese de kimsenin bu adada, bu kaide üzerinde kendi yerine geçmeyeceğinden emindi.”
Taç; “Yedi kıta yedi okyanus yetmez seni özgür kılmaya, eğer ruhun bağ kurmak için değil bağlı kalmak için koşuyorsa.” dedi ve devam etti. “Özgürlük, önce içerde başlar. Yoksa ne bir ülke ne bir şehir ne bir yönetim ne de bir halk kaldırmaz içindeki baskıyı… Sen özgür değilsen, karşında hep bulursun seni esir edeni. Bekleme esir edenin değişmesini. Çünkü, özgür değilsen beklediğin hep bir efendidir. Kurtulmak istediğinden, seni çıkarmasını beklediğin, kendi tasarımın olan yeni bir efendiyi yaratman hiç de uzak değildir sana. O yüzden taç taşırım, çünkü gizliden gizliye bildiğin ve bende görmek istediğindir; ‘kendinin efendisi ol’. Ben de görmek istediğin ve kendine hatırlattığındır kafamda taşıdığım taç… Ama nafile, bana bakıp aradığın yalnızca ve yalnızca yeni bir efendi… Neredesin ey sen, ne zaman arayacaksın kendini?”
Meşale; “Işık, aydınlatır aslında karanlıkta olanı. Ve sen karanlıklarında gizlenirsin. Elime verdiğin bu hiç sönmeyen alev, aslında kendine rehber edindiğindir. Umudundur, seni senden alıp sana seni taşıyacak olan.” dedi ve devam etti. “İçinde gömülü ne varsa; adına özgürlük de, iyilik de, kötülük de, esirlik de, görmen için yanıyorum ben. Ve sen, sende olanı gördüğünde değiştirebileceğin, dönüştürebileceğin, iyileştirebileceğin ne varsa bulacaksın… Çünkü, içinde ne olduğunu bilmeden neyi nasıl değiştireceğini de bulamazsın. ‘Cevap doğru soruda gizlidir’ derler ya, senin yanıtların da içindeki soruları bulduğunda gelecektir, bilesin. Kaldı ki sen bunu bildiğin için tutuşturdun elime bu meşaleyi ama unuttun. Ne zaman hatırlayacaksın?”
Hitabe; “Kelimeler dışarda asılı kaldı. İçerden değil dışardan bulduklarını konuştuğunda ve yazdığında nasıl senin olurlar?” dedi ve devam etti. “Hiç kendi kelamını söylememişken, hiç ne istediğini bilmemişken, nasıl yaşamak istediğini sorgulamamışken nasıl da söylenirsin içinde bulunduğun koşullara, sana dayatılan yaşama, senin için belirlenmiş rollere. Hep kızgın, öfkeli ve savaşçısın. Lakin, başkasına karşı savaşmak ile başkasına çalışmak arasındaki benzerliği görmezden gelirsin. Suçlu aramak, sorumlu olmaktan kolaydır nasılsa. Ve sen sadece başkasına ama iyi bir ötekine vermek istersin sorumluluğunu… Senin adına taşısın diye. E, o zaman yakındır, bu yeni içinde sayıp sövmelerin aslında, bilmezsin. Elimde tuttuğum, senin kendine dersindir aslında. Duymak istemediğini anıtlaştırdın ve kurtuldun… Elimde kaldı kendi geleceğin. Ne zaman alacaksın kucağına?
Ada; “O kadar korktun ki özgür olmaktan, çünkü bilirsin için için; özgürlük kimi zaman insafsızca yalnızlıktır.” dedi ve devam etti. Çünkü özgürlük tekildir, tek başınadır, yalnızdır. Buna dayanabildiğin oranda ödün vermez, rüşvet vermez, bedel ödemezsin başkasına, başkasından alacakların uğruna. Bir keçi boynuzu gibi kemirip durduğun ve o küçük tatlar için, o küçük hesaplar için kendini prangalara vurduğun noktada kendini iyi, kabul edilmiş, terk edilmemiş, yalnız olmayan ve ötekileştirilmemiş hissedersin. O yüzden kalabalıklar için değildir özgürlük. Aslında özgürlük savaşçıları ile peşinde koştuğun, kendi özgürlüğündür. Kandırma ne kendini, ne içinde olduğun orduyu. Sen kendinden başkasını düşünmeyensin. Lakin, bunu önce kendin başına yapamayacak olduğunu bilensin. Önce kendinle savaşmaya ne zaman başlayacaksın? Ne zaman bir adada beni bırakabildiğin gibi kendinin yalnızlığı ile barışacaksın? Daha ne kadar benim yalnızlığıma yamanacaksın?
Kadın; “Beni neden bir kaide üzerinde buraya koyduğunu anlamadım” dedi ve devam etti. Bilirim ki, kadının üretken doğasını, acıya dayanıklılığını, ölümde ve doğumda hissetmediğin insanın o gerçek yalnızlığını doğururken canlı canlı yaşamamdan dolayı öykünürsün bana. Ama ne kadınlar, ne erkekler olarak öykündüğünden uzak kaldığını bilmezsin. Beni şu bakırın içinde şekillendiren sen, neden aynı şekillenmeyi kendi içinde yaratamazsın, bilir misin? Herkes kendinin heykeltraşı iken, herkes içindeki o güzel heykeli çıkarabilecekken, neden bana bakıp güzelliğime, söylediklerime, işaret ettiklerime iltifatlar yağdırırsın? Al eline artık yontuyu… Ne beni, ne de sana özgürlük verecek olanı şekillendirmekten vazgeç. Kendi atölyeni ne zaman açacaksın? Ne zaman içindeki adaya, kendini yerleştireceksin?
“Kimbilir belki de bir bahaneydi elma, insanoğlunun yaşamda ayakta durmayı öğrenmesi… ve özgür… ve özerk… ve kendi olması için, cennetten kovulmaya demiştik ya daha önce. Belki desen cennetten, şekillenmiş halinle yaşayasın diye değil, kendi biçemini oluştur diye kovuldun ne zaman anlayacaksın?”
Nevhan Varol
(*) PsikeArt Mart-Nisan 2014 sayısında yayımlanmıştır.