“Uykuyla uyanıklık arasında bir yerlerdeyim. Uzaklardan, derin bir ses geliyor. Sanki mavi gökyüzünden beni izliyor ve konuşuyor. Geniş, yeşil arazi içinde çok güzel bir saray görüyorum. Beni takip ettiğini duyduğum bir sesle birlikte önüne kadar geliyorum. “Ne yapacaksın ” diyor. İçimden “tanıdık olmasına rağmen pek giresim yok, bana ait değil, hem sarayın girişindeki mahşerin atlıları da beni içeri almaz” diye düşünürken “istesem de giremem” diye yanıtlıyorum dış sesi. İçeri girmek için bir yol bulabileceğime inandığını söylüyor. “Başka kapı var mı ?” diye soruyor. Sarayın arkasına yöneliyorum, nedense arkada gizli, güvenli bir yol bulacağımı biliyorum. Daha önce girdiğimi hissederek. Ve evet, işte arka bahçede, beş basamak inerek ulaşacağım bir kapı buluyorum, elimle koymuşçasına. Arka bahçe, toz toprak içinde, kullanılmayan bir sürü eski eşya, bahçeyi saran kuru otlar ardına saklanmış, sanki birini bekler gibi. Zorlanmadan giriyorum. Kapı yıllar önce içerden açılmış ve bir daha kapanmamış gibi yarı açık. Biri, kaçarken dönmek ve tekrar girmek ya da kaçarken ses yapmamak için böyle bırakmış gibi. İçeri girdiğimde, “neresi orası?” diyor dış ses. Yutkunuyorum. Sesimi çıkaramıyorum, yanıtım boğazıma düğümlenirken gözyaşlarım yanaklarımdan süzülüyor. Arka kapıdan kaçan yanımla, ön kapıdan hiç çıkamayan iki yanımın aynı noktada karşılaştığını ve birbirlerine yabancı gibi baktıklarını nasıl anlatırım, nasıl açıklarım? Daha kendime açıklaması mümkün olmayan ve yıllardır yok sayılan bu karşılaşmayı nasıl tarif edebilirim?”
Cenneten kovulma, bir metafor olarak insanoğlunun eksikliğine yapılan bir gönderme zannımca. İnsan annesinin rahminde adeta bir cennetin parçası olarak mükemmel bir oluşumun içindedir. Ama elma-rahimin dışındaki dünya, onu bu ilahi mükemmelliğin dışına sürükler. Evet artık hayattın içinde ve fakat tam olma ve tüm güçlü olmanın dışındadır. Kim bilir, sonsuzlukla-sonun, tamlıkla-noksanlığın, her şeyden-hiçe düşüşün arasındaki farkı arkaik olarak hatırlamaktan geçiyordur insan olmanın acısı. Ve şimdi, ona kalan kendini, ötekileri, dünyayı ve elindeki imkanları özlemini çektiği tamlık hali için zorlamaktır çaresizce.
Bir sembiyozdan çıkıp otonomi kazanmanın yani birey ve özerk olmanın, kendi sınırları ve sınırlılıklarını bilmenin acılı metaforunu şöyle açıklamaya başlar, psikoloji kuramcılarından Mahler : “yeni doğanın, dış dünyaya göre ayarlanmadan doğduğunu söyler”. Adeta akordu olmayan bir enstrüman olan bebeğin akordu, ona bakım verenle (anne) geçirdiği sembiyotik ilişki içinde sağlanır. Bu ilişkinin işlevi, önce bedensel sonra ise duygusal olarak dışardan sağlanan yaşamsal düzenlemenin yavaş yavaş gelişen bebeğe devredilmesidir. Gelişim dönemlerinden biri olan ayrışma-bireyleşme dönemi, bebeğin 0-36 aylar arasında kendisini farklı biri olarak algılamasını ve ilerideki bireyselliğini kazanmasını sağlayacak kapasitenin gelişimine ortam yaratır. Anlaşılacağı üzere bedensel doğum, psikolojik doğumla çakışmaz. Yani bedenin rahim içinden ayrılması ile terk etmek zorunda kaldığı MUTLAK DENGE bozulur. Bu denge bebeği, tüm güçlü hissettirirken, doğum ve sonrası bebeği HUZURSUZLUKLA, huzursuzluğun giderilmesine yönelik çaresiz-pasif arayışlara ve anında giderilemeyen huzursuzluğun kaygısı ile baş başa bırakır. Cennetteki-rahimdeki gibi yaşayamamanın GÜÇSÜZLÜĞÜ ve NOKSANLIĞI bilgisine olmasa da hissine sahiptir artık. İşte hikayedeki elma…
“Koşulsuz sevgi” olarak hayatımızda savrulan o şehir efsanesi aslında, hepimizin bir zamanlar bir fetüs olarak rahimdeki varoluşumuza ve hiç çaba göstermeden yaşamamıza bir atıftır belki de, ruhumuzun derinliklerinde. Hiçbir zaman o kadar güvende o kadar sevilen o kadar kendinden emin olamamamızın sebebi, dünya içindeki varoluşumuzun sınırlarını fark etmektir; içeride değil dışarda hissetmek aslında kendini fark etmektir. Ve bu farka donanımsız düşmenin endişesidir yaşamak.
Yaşam, insanın elinde kilosu ve boyunun çarpımı kadar kapladığı bir alandan hareket alması gerektiğini ve bu alanın, çabanın koskoca dünyada ufaklığını, çaresizliğini, sonlu varoluşunu hep yüzüne vurur insanın.
Tekrarlayan döngü
ödüllendirilen gerilemenin , cezalandırılan gelişimin durakları
“Sanki yıllar geçmişti. İşte orada duruyordu. Tam karşımda. Bana benziyordu ama daha güzeldi. Annemin sevgili kızı idi. Hep kıskanmıştım onu. Çünkü aralarında gizli bir anlaşma vardı. O sarayda kalmış ve annem ona tüm imkan ve desteği vermişti yaşaması için. Güzel kardeşim ne zaman ön kapıdan çıksa, bahçeyi geçse ve yanında annesi olmasa koşarak geri dönerdi çocukluğunda. Tüm dünyası O ve saray idi. Aralarındakine bakıp “aşk bu” derdi insan. Onunla arka kapıda rastlaştığımda geçmişte hatırladığım bu mutlu ve şanslı güzelliğin, suretinde bir acı, bir kızgınlık bir mutsuzluk mu okuyordum ne?
Demek hala tek derdi onun ilgisi idi. Hala onu mutlu etmek en başarılı olduğu alandı. Halbuki yaşıttık, ben arka kapıdan kaçtığımda, o gelmemişti benimle. Tabi ya o annesinin biriciği olarak kalmayı seçmişti, kendi biricikliğinden vaz geçmişti, onun eteğinden ayrılmamıştı. Peki ya ben? Onun karşısında, kül kedisi gibi, mirastan mahrum bırakılmış, saraydan kaçmış kirli, bakımsız ve çirkin bir prenses olarak duruyordum, İlk bakışta değil ikizi, kardeşi bile olduğum anlaşılmazdı. Bize dışardan baksam ben bile anlamazdım. Onu yüzü saraya dönük benim sırtım. O içerde hapis ben dışarda kayıp. O aşkla iş birliğinde idi ben nefret ile. O, için için özgürlük dilemişti. Bense için için esaret. Ve sanırım ikimizde o saraydan çıkıp kendi hayatımızı kuramamıştık. Ve şimdi ikimizde kaybolduğumuz yerde bakıyorduk birbirimize.”
Borderline örüntüsünün kaotik, tekrarlayan ve mahkum olduğu ilişki kurma şekli iki uçlu bir salınım gösterir. Bir yandan kendisi için önem arz eden kişi/lere sıkıca yapışırken (tıpkı rahime yapışan yumurta gibi) diğer yandan kendisiyle onlar arasına bir mesafe (doğumla filizlenen ilk bedensel ayrışma gibi) koyar. Aynı kişi-yi/leri an gelir delicesine sever an gelir onlardan ölesiye nefret eder. Ve ilişki bu iki zıt kutupta sürekli ve ani iniş çıkışlarla salınır durur.
Borderline kişi, ruhsal düzeyde paralel iki evrende yaşayan ayrı kişiler olarak deneyimler kendisini ve karşısındakini. Bunun sebebi, bebeklik döneminde iyi ve kötü deneyimleri ve bağlantılı duyguları bir arada tutmayı başaramayan, yeterince olgunlaşmamış ruhsal omurgaya destek olan bir savunma mekanizmasının varlığıdır. Literatürde bölme olarak bilinen savunma mekanizması, dış gerçeklikteki iyi, kötü deneyimleri, kişileri ve hissettirdiklerini birbirinden ayrı tutmayı sağlar. Böylece bebek kötü/düşman anne tarafından yok edilme kaygısından uzak, iyi-dost anne tarafından rahat ve güvende hissederek yaşamaya devam edebilir. Aksi ruhsal ölümdür.
Bu savunma mekanizması, ayrışma ve bireyleşme dönemine kadar bebeğin olgunlaşmamış ruhsal yapısında bir kaosu önlerken yetişkinlikte devam etmesi, kaosu bizzat oluşturan bir etkiye sahiptir.
Böyle bir süreç içinde kapısına gelinen ayrışma-bireyleşme döneminde ise çocuk için iki çelişik ihtiyacın ve duygunun aynı mekanizma ile birbirinden tamamen ayrı kalmasına neden olur. Bir yanı kendi sınırlarını ve bu fark ile dünyaya açılabileceğini hisseden ama henüz zayıf olan gerçek kendiliği, bir yanı sonsuz denge içinde kalırsa güçlü ve tam hissedeceği haz-bağımlısı sahte kendiliği. Eğer anne bu gerçek yanı çocukluk döneminde destekleyemez ise uzak hisseden ve bölünmüş bir içsel dünya ile dış dünyaya çıkmanın eşiğinde olan gerçek (yani ruhsal büyümeyi taşıyacak ve deneyimleyecek yanı) terk edilir. İnsanın gerçek yanı, her yetişkin her farklı adımda içerideki ödüllendiren ya da geri çekilip cezalandıran içsel anne ile baltalanır ve sahte bir kendiliğin oluşumu ve pekiştirilmesi sağlanır. Artık gerçek kendilik, tekrar tekrar sahte kendilik için terk edilmeye mahkumdur. O büyümez, gelişmez ve çirkin kalır. Ve güdük, çelimsiz, çirkin yan, yani yukardaki öyküde arka kapıdan kaçan asi ikiz, ne zaman ödülü reddedip ben varım dese, içerideki cezalandıran anne kendini ondan mahrum eder. O yüzden arkadan kaçar, kaçar ama yine arkadan girip hiç gitmemiş gibi yeniden yeniden annenin eteğinde yer bulmak için elinden geleni yapan o güzel-uslu kıza dönüşür. Geri dönene ve hiç gitmeyene açıktır o bahçe. Sahte olması, -mış gibi davranması, kendinden vaz geçmesi kabul görür, onay görür. Gerçek olmaya görsün çirkinleşir ve her çirkinleştiğinde (yani geliştiğinde) red edilir.
Birinci Durak : Kendilik aktivasyonu
Masterson yaklaşımının borderline döngü için vurgu yaptığı ayrışma-bireyleşme, Mahler’in tanımıyla şöyledir: “Kendi ve diğerleri arasında farklılaşmaya izin vermek ayrışma, ayrışmış benliğin kim ve ne olacağına verilen izin ise bireyselleşmedir.” Yani, ayrışma, çocuğun bakım verenle (anne) ortak yaşamsal/sembiyotik birleşme durumundan çıkmasını belirtirken, bireyleşme, çocuğun kendi ayırt edici bireysel özelliklerini üstlenmesini sağlayan kapasiteleri ifade eder.
Masterson yaklaşımı, bebeğin ilk bağımsızlık denemelerine “kendilik aktivasyonu” adını verir. Ancak bu kendilik aktivasyonu bazı durumlarda sekteye uğrar.
Annenin borderline kişilik örüntüsünde olması, annenin yani bakım veren ötekinin uzun süreli fiziksel ya da ruhsal yokluğu/ulaşılmazlığı, annenin ölümü, bebeğin algısı vb.. gibi, o döneme denk gelen unsurlar kendilik aktivasyonunu engeller. Böylece, sembiyotik ilişkiden her çıkma ve kendi özgün/farklı sınırların içinde hareket etme girişimi, yani anneden her ayrışma çabası çocukta olumsuz bir duygulanım yaratır.
İkinci durak : Terk depresyonu ve mahşerin altı atlısı
Tüm güçlü ve tam hissetme anının terk edilmesi ile kaybedilen güce duyulan arzu ve özlem ile bağımsız ama zayıf, noksan hissetmenin endişesi kapışır. Bu endişe Masterson yaklaşımında terk depresyonu olarak tanımlanır. Terk depresyonuna düşen borderline (içsel bebek) yetişkin mahşerin altı atlısı olarak isimlendirilen duygularla boğuşur:
İntihara meyilli depresyon
Öldürmeye meyilli öfke
Panik ve kaygı
Boşluk ve hiçlik
Utanç ve suçluluk
Umutsuzluk ve çaresizlik
Üçüncü durak : Savunmalar
Bu hisler, çocukluktaki ayrışma-bireyleşme dönemindeki zorlukları hatırlatan her tetikleyici eylemde hissedilir: mezuniyet, terfi, evlenme, çocukların büyümesi, kent-şehir-iş değişimleri vb gibi kararı, seçimleri, istekleri belirlemeyle gelen sorumlulukları gündeme getiren ya da bazı şeylerin onun kapsama alanı dışında kaldığını gösteren her adımda. Ve bu zorlanmalar, erteleme, gelişimi engelleyen seçimler ve/ya kendi gerçekliğinden koparacak ama anlık tatmin alacağı dürtüsel eylemlere yöneltir borderline kişiyi: cinsellik, alışveriş, içki, heyecanlı ve tehlikeli uğraşlar, deneyimler vb gibi.
Böyle bir yetişkin, kimi zaman içsel kimi zaman da ilişkide olduğu kişiler tarafından bu kendini sabote davranışlarının ödüllendirildiğini hisseder. Hatta bu ödülü arar. Her attığı bağımsız adım ise yine içsel olarak ya da gerçekten dışarıdaki kişiler tarafından cezalandırılıyormuş gibi hisseder. Hatta bu cezayı da arar. Tıpkı bir çocuk gibi, yaşam ehliyeti yokmuşçasına.
Çünkü kendilik aktivasyonunun kendisinde hissettirdiği bu mahşeri duyguları hissetmemek için durması gerekir bunun içinde bilinçdışının bahanelerini ya da gerçekmiş gibi görünen gerileyici eylemlerini kabul eder.
Bundan sonrası artık tekrar ve tekrar izlenen bir geçmiş vizyon filmidir borderline için.
Aynı döngüde hapis kalır.
Ta ki;
“Beni o evin önüne kadar getiren ve içeri girmemin bir yolunu bulacağıma inanan dış sesin terapistime ait olduğunu anladığım ilk an… arka kapıda rastlaştığım o güzel sahte yüzün de çirkin olan ve bana ait olan sahte yüzünde aynı kişi olduğunu anladığım an “burada ne işim var” diye ağlamaya başladım ve anladım ki rüya görüyordum. Bunca zamandır yaşadığım kabusu anlatmama karşın yine bu evde ne yapıyordum? Kızgındım ve arka kapıdan tekrar çıkıp yukarı, maviye, o sesin geldiği yere bağırıp çağırmaya başladım. “Yapamıyorum işte, ne yapacağımı söyle artık, neden bana bir yol göstermiyorsun?” diye adeta kükredim. Ona da kızgındım, o da hiçbir şey bilmiyordu işte? Halbuki nasıl da güvenmiştim ona. Ne kadar sürdü bilmiyorum sonra birden ağlamam ve bağırmam sona erdi. “Tabi ya, son kalan bir işim vardı. İçerdeki güzeli ve dışardaki çirkini toparlayıp, ön kapıdan bir ben olarak çıkacaktım. Ona vaad edilen, benden esirgenen her şeyden vaz geçtiğimizde ikimiz bir olacaktık. Sanırım ikiyi bir eylemek bu demekti. Ön kapıdan korkmadan, doğduğum saraydan hayata koşmaya hazırdım. İşin garibi ana kraliçenin gözleri yine çirkin bene bakar gibiydi. Ama elinde bir kase su vardı. Bizi yolcu mu edecekti? Hey hak, bunca yıldır üzülen, kızan, küsen, tedirgin olan gözlere beni terk ettiğini söylediğine inandığım gözlere bakmaktan belki, nicedir elinde beni yuvadan yolcu etmek için tuttuğu kaseyi görmemiş olabileceğim aklıma bile gelmemişti. Ayrıca kral da elinde bir at ve heybeyle onun yanında duruyordu. Sahi ben bu öyküde babama hiç yer vermemiştim galiba. Halbuki o kaç kez çıkmıştı saraydan ve zaferlerle dönmüştü kaybolmadan. Neyse bu başka bir rüya konusu aslında. Terk edenin de terk edilenin de kendim olduğunu anlamak uzun sürmüştü. Bedeli de ağır olmuştu. Kim bilir bu bedeli ödemeden de iyileşemiyordu insan. Seans günümün gelmesini sabırsızlıkla bekleyecektim. Tüm bunları terapistime anlatmak için. Sanırım bunca zamandır onu da benim için bir şeyler yapan ya da beni terk eden bir anne olarak duyumsarken ve zorlarken, elinde tuttuğu kaseyi görmemiş olma ihtimalimi düşünürken yakaladım kendimi, gülümsedim.”
Nevhan Varol
(*)PsikeArt Kasım-Aralık 2019 sayısında yayımlanmıştır.